mutdabaliksevdasi
  misinalar
 


 
Çapari Meselesi

Sayın Cüneyt Alpay'ın çok beyenerek okuduğum çapari ile alakalı bu yazısını sizlerle paylaşmak istedim


Yeşil mi? Sarı mı? Beyaz mı?..



Balığa yeni başlamıştım. Çengelköy'deki Erdoğan'ın Yeri'nde kalabalığın arasına karışmaya biraz da çekinerek, kenarda kıraça tutuyordum. Benim bu sakin halimden hoşlanmış olan eski bir balıkçı yanıma yaklaşıp benimle sohbet etmeye başladı.

Balığa yeni başladığımı duyunca şaşırdı, kamışı çok iyi atıyorsun hayret, bu kadar yeni olamazsın, deyince ben de gençliğimde kışları Boğaz'da ve Galata Köprüsü'nde, yazları ise Tuzla'da çok avlandığımı, belki de oradan bir yatkınlık olduğunu anlatıyordum ki, bana "- Takımın da çok iyi, çaparilerini kendin mi yapıyorsun? diye sordu.

Gülümseyerek, "- Bu işe başlayalı henüz bir-iki hafta oldu, ben kim, çapari yapmak kim, yapamam herhalde!" dedim. Adam da gülümsedi, hiç konuşmadan, yere eğildi ve yerden bir iğne aldı, bir iki sim parçasını iğnenin üzerine yerleştirdi, bunlara ince bir misina ekledi ve basitçe bir el hareketi ile hepsini birbirine bağlayıverdi. Hayrete düşmüştüm. Bu iş bu kadar basit olmamalıydı. Adam, aynı hareketleri, bu sefer daha yavaş ve bana özenle göstererek tekrarladı. Gerçekten çok kolaydı bu iş. Hemen ben de bir iğne kaptım, misina ve simleri gösterildiği gibi yerleştirdim, bir dolama ve bir çekme hareketiyle iş bitmişti. İşin sırrı, malzemelerin ele yerleştiriliş biçiminde yatıyordu. Sevinçten havalara uçtum.

İki-üç gün sonra Kuleli'nin Önü'nde idim.

Kuleli'de fırtınalar esiyordu. Korkunç bir balık akını vardı. Herkes beşer, onar çekiyor, balıklar da iri olduğundan, av çok verimli geçiyordu. Kovalar ağzına kadar dolmuş, insanlar kahkahalar atıyor, artık oltaların birbirine karışmasına bile aldırış etmiyor, kah dolaşan oltaları çözüyor, kah yeni olta açıyordu.

Yanımdaki çocuk dayanamadı, "- Abi senin takımda bir şey var!" deyiverdi. Uzun süredir durmadan boş atıp çekiyordum. Öylesine bir dükkandan almış olduğum çaparim, bir şekilde çalışmıyordu. Nedenini de bu işe yeni başladığım için, bilemiyordum. Kullandığım ağırlıkdan mıydı? İyi atamıyor muydum? Çevremdekiler kadar atıyor, onlar ne yapıyorsa aynısını yapmaya çalışıyor, yine de balık alamıyordum. Onlar beşer onar çekerken, ben üç atışta hadi tek tük bir iki tane balık ancak. Gerçi bu durum beni rahatsız etmiyordu. Ne de olsa bu işe yeni başlamıştım, ve gelen balıklar da iri olduğundan, akşam yemeğinde yiyebileceğimden fazlasını arkamda duran kovada biriktirebilmiştim. İkinci, ya da üçüncü avımdı sanırım. Kendi çapımda, o güne kadar gerçekleştirmiş olduğum en verimli avı gerçekleştiriyordum, ama yine de bu farkın nedenini merak ediyordum.

Birden telefonum çaldı. Arayan eski bir arkadaşımdı.(1) "- Cüneyt, balıklara yüklen, akşam geliyoruz!" diyordu telefondaki ses. Kıramayacağım bir arkadaş, günlerce önceden kendisine söz vermiş, bir gün size öyle bir olta balığı yedireceğim ki parmaklarınızı yiyeceksiniz demiştim. Kovadaki balıklara tekrar baktım. Bu kez gözüme hiç yeterli gözükmediler. Bu adamlar gelirse en az dört-beş kişi gelir diye düşününce, iştahım iyice kaçtı. Önce, kendi payımı onlara verir, meseleyi hallederim, diye düşündüm. Çünkü balığı o kadar çok seviyordum ki, ben tek başıma zaten dört kişilik balık yiyordum ve henüz av bitmemişti.

"- Abi!" dedi yanımdaki delikanlı, "- Şu ileride duran oltacıya gidip, beni "trakyalı" gönderdi, bana bir çapari verecekmişsin, diyerek bir çapari alırmısın kendine!" dedi. Niye diye sormadım, çünkü adam yanımda durmadan onar, onar çekiyordu. Kıyıda en fazla balık tutan iki kişden biri idi ve yarım saat önce gelmiş olmasına rağmen bir su kovası dolusu istavriti kovaya doldurmuştu.

Dediğini yaptım. Zaten eskimiş olan çaparimi söküp attım, yerine yeni aldığım çapariyi taktım. Aman allahım, o da ne, birden bire balık yüklendi. Onar onar çekmeye başladım. Boş gelmiyordu. Hayatım değişti sanki, artık gururlanayım mı, trakyalı'ya teşekkür mü edeyim, ne yapacağımı şaşırdım. O gün ben de, kovamın limitlerini aştım ve hemen oracıkta buluverdiğim beş litrelik bir su şişesini üstten çakı ile delip, tamamını istavritle doldurdum. İlk muhteşem avımdı bu.

Meğer ondan önce sakin diye gittiğim Vaniköy parkından, işte bir tavalık kıraca, ancak iki kişiye yetecek istavrit filan yakalayıp,"- Ne güzel işte, kendime yetecek kadarını avlayabiliyorum!" diye avunuyor, kendimi kandırıyormuşum. Eve döndüm ve kilolarca balığı gururla milletin önüne koydum.

Ertesi sabah uyandığımda bu avda kullandığım çapariyi evirdim, çevirdim, hiç bir şeye benzetemedim. Diğerleri ile arasında hiç bir fark göremedim. Merak ettim, acaba bu çapariyi diğerinden ayıran şey nedir diye. Durumu araştırmak üzere Şemsipaşa'daki malzeme satan dükkanlarının yolunu tuttum.

Çapari'yi kime göstersem. "- Allah, Allah! Dökme iğne, bir özelliği yok, alır balık ama..!? " gibi anlamsız tepkiler aldıkça merakım kabarıyordu. Sonunda girdiğim son dükkan, "- ****, bunlar bizim Egsozcu Recep'in yaptığı çapariler!" deyiverdi. Olay giderek bir muamma haline dönüşüyordu. "- Abi Recep bunları çalıştığı fabrikadaki hurda egsozların içerisinden çıkan izolasyon malzemesi ile yapmıştı, şimdi bunlardan artık yok, o malzeme de bitti zaten! İğneler'de bulabileceğin en kalitesiz çin malı dökme iğne!" deyice şaşırdım. Adam, "- Bunlar epey balık dökmüştür zaten!" diye ekleyince, aklıma balıkları kıyıya her çekişte dökülen en az bir iki balık aklıma geliverdi. Ben ise, bu durumu normal zannediyor, aldırmıyordum. Meğer iğnelerin çapaklarının kalitesiz olmalarındanmış. "- Arasan bulamazsın abi bu kadar kalitesiz iğne!" filan diye eklenince, çapari işi benim için tamamen karmakarışık bir duruma dönüştü.

Eskiden çapariler beyaz martı tüyünden yapılırdı. Başka da seçenek yoktu. Beyaz martı tüyü, kırmızı ibrişimle beyaz düz iğne ve ince misinaya bağlanır, bu iş biterdi. Ancak şimdi dükkanlarda o kadar çeşitli renklerde, o kadar çok sim, elyaf, iplik v.s. gibi malzeme vardı ki, insan işin içinden çıkamıyordu. Sabahları turuncu yiyor, akşamüstü mor, beyazdan şaşma sen, yeşil yiyor, karşı kıyıda siyah iğne, bu kıyıda beyaz iğne, gibi bin bir çeşit tevatür, her kafadan bir ses çıkıyor, hepsini denemeye ömür yetmez, kafam allak bullak oluyordu.

Bu işi net bir şekilde halledip, artık konu olmaktan çıkartmaya karar verdim. O çaparinin sırrını mutlaka bulacaktım. Ondan sonra hep aynı tarzda çapari kullanacaktım. Temel olarak hep beyaz malzeme ve siyah iğne kullanmaya karar verdim.

Bir süre sonra, Tarabya girişinde Heyamola kafenin önünde idim. Sahilde kimse balık tutamıyor, yanımdaki oğlan, kıraçaları onar, onar çekiyordu. İşin garibi, işini iyi bilir gibi gözükenlerde balık alamıyorlardı. Gerçi onlar kıraça peşinde değillerdi, ama ben pek öyle düşünmüyordum. Geçen gece yediğim kıraçaların tadı hala damağımda idi.

Yine bu çapari meselesi, diye düşündüm. Gittim kullandığı renklere baktım, yeşildi. Bende yeşil taktım. Olmadı. Ne denediysem balık alamadım. Tam bu işi kavradım galiba derken, bir ilginç olay ile daha karşı karşıyaydım. Sonunda gidip adama, "- Yahu, sen nasıl yakalıyorsun bu kıraçaları?" diye sordum. "- Benimkisi çok ince takım abi! Beden 0.10, köstekler 0.08! Senin takım kalın burası için. Balık alamazsın!" dedi.

O anda oltacılıktaki en temel kuralı öğreniyordum aslında. İnce misinalardan yapılmış olan takımlar, her zaman daha avcı oluyorlardı. Bunun istisnası yoktu. Önemli bir oltacılık kuralı idi bu. Ancak misina inceldikce, iki önemli dezavantaj ortaya çıkıyordu. Birincisi misinanın dayanıklılığı azalıyor ve kopma riski artıyordu. İkincisi ise takımın dolaşma riski artıyordu. İnce misina kullanılarak yapılan takımlara balık geldikçe, yani takım çalıştıkça hızla eskiyor, kısa sürede kullanılamaz hale geliyordu.

Görüyordum ki, -insan- kullandığımız misinanın kalınlığı, avın o anki durumuna göre değişen şartlara uyum gösterebilmeli, günün ve avın koşullarına göre optimum bir incelik yakalanmak zorunda idi. Yani aslında her avın takımı ve şekli o ava hastı. Balığın bol ve azgın olduğu dönemlerde ince misina kullanmak, bir iki çekişte takımın parçalanması ile sonuçlanacak, tam tersi balığın hassas ve tok olduğu dönemde ise kalın takım balığı ürkütecek, ince takım kullanmak gerekecekti. Tek bir doğru yoktu. Neredeyse her avda değişen şartlara uyum göstermek gerekiyordu. Durum, benim gibi ince detaylarla uğraşmasını seven bir amatör için yavaş yavaş bir keyif haline geliyordu.

İşin içine balığın kıyıdan uzaklığı ve akıntının durumu gibi ek faktörler de girdikçe, uygun misina kalınlığını seçmek daha da önem kazanıyor, yaptığım işten daha da büyük zevk almaya başlıyordum. Mümkün olan en uzak mesafeye hızla atarken, artan akıntıda dibe inebilmek için arttırmam gerken kurşun ağırlığını taşıyabilecek, en ince ve en sağlam beden misinasını bulmak üzere, piyasada bulunan 0.20 ile 0.30 arası tüm tanınmış misinalardan birer makara alıp test etmeye karar verdim. Evde, her misinadan bir parça kesip, parçanın her iki ucuna birar kasa düğümü attım. Düğümlerden birini pencerenin kulpuna, diğerini ise nalburdan aldığım el tearzisinin kancasına geçirdim. El terazisini pencereye takılı olan misinayı kopartana kadar çekiyor, ve tam kopma anında terazideki değeri, bilgisayarımda açmış olduğum bir exel dosyasına yüklüyordum.

Gerçi Perşembe Pazarı'nda gerginlik ve dayanıklılık testi yapan hassas elektronik bir cihaz görmüş ve hevesle dükkana dalmıştım, ama cihazın fiyatı ve satıcının bu aleti nerede kullanacağımı öğrenince yüzünde beliren alaycı ifade yüzünden almaktan vazgeçtiğim bu cihaz yerine kullandığım el terazisi de mükemmel sonuçlar veriyordu.

Testler esnasında gördüm ki, misinalar hep kasa düğümünün atıldığı yerden kopuyordu. Yani misinaların düğümlere karşı verdikleri tepkiler, asıl taşıma ve sağlamlık değerlerini oluşturuyordu. Yoksa, üzerlerinde yazan taşıma değerlerinin, mutlaka bir düğümle bir yere bağlanması gerken bir misinanın, balık karşısındaki gerçek taşıyıcılığı hakkında sağlıklı bir fikir vermesi mümkün değildi. Bu duruma çok entersan bir şey daha eklendi.

Test edip seçtiğim tanınmış bir misina markasının, hem ne kadar ince, hem de ne kadar sağlam olduğunu, Kadıköy Kızıltoprak'taki bir balıkçı dükkanını işleten gence, misinayı öyle överek anlatıyordum ki, Çocuk"- Versene abi şu misinayı sen!" dedi. İçeri gitti, elinde minik bir aletle geri geldi. Misinayı alete sıkıştırdı."- Kaçtı abi bu misinanın kalınlığı?" diye sordu. Ben gururla "- 0.24!" deyiverdim. "- Nerede abi 0.24, bu misina neredeyse 0.30!" deyince, o ana kadar yapmış olduğum değerlendirmelerin nasıl tepetaklak olduğunu görüp, artık bu balıkçılık dünyasında işittiğim çoğu şeye şüphe ile yaklaşmaya, satılan ürünlerin, misinalar dahil üzerlerinde yazan hiç bir şeye hemen inanmamaya ve bu tür bilgileri kendim ölçerek, deneyerek ve yaşayarak bulmaya karar verdim. Buna daha sonra tanınmış makara firmalarının kataloglarına ve kutularına ürün ağırlıklarını olduklarından daha farklı yazdıkları da eklenince, bu kararım iyice pekişti.

Neticede, çaparilerde kullanılacak olan, 125 gr. kurşunu maksimum zorlama ile atabileceğim en ince misina arayışım bir neticeye vardı ve çoğunlukla çaparilerde kullandığım ana bedeni bu misinadan yapmaya başladım.

Sıra da köstekler vardı. Köstek konusu ilk bakışta önemsiz gibi gözüküyordu. Öylesine 0.12 bir misina alıp, uyun boy ve şekilde kestiken sonra uçlarını, daha önce hiç girmemiş olduğum bazı dükkanlardaki hanımların meraklı bakışları arasında satın aldığım kırmızı ojelerle boyuyor ve her şeyi kendim imal ediyor olmaktan da ekstra bir zevk alarak kösteklerimi kendim imal ediyordum.

Ancak Kanlıca'da balığın yoğun olduğu bir gün, çevremdekilerin çaparileri, saatlerce bozulmadan kalmalarına rağmen, zaten döne döne gelen balıklar, benim hassasiyetle seçip, özenle bağlamış olduğum o güzelim köstekleri bir iki dakikada paçavraya çevirince, benim onca zahmetle ve özenle yaptığım çapariler kısa sürede kullanılmaz geldiler. O gün, hem çapari yaparken, hem de avlanırken harcadığım zaman ve çabalarımın boşa gitmiş oluduğuna gerçekten çok acıdım. Balığın yoğun olduğu anlarda kösteklerin çabuk eskimesi, bana öyle bir zaman kaybettiriyor ve sonucu öyle etkiliyordu ki, basit bir köstek seçiminin bile, yeri geldiğinde ne kadar önemli olabileceğini görüyordum. Bunu üzerine kösteklik, gam yapmayan, yumuşak, hemen dolaşmayan, ince ve sağlam misina arayışına giriştim.

Dükkanlarda bulunan hazır boyalı köstekleri denemeye karar verdim. İçlerinden bir tanesinin diğerlerine nazaran inanılamayacak kadar sağlam olduğunu fark ettim. İşte dedim müthiş bir misina! 0.10 kalınlığındaki bu misinayı inanmayacaksınız elle kopartmak çoğu zaman zor oluyordu. Misinanın peşine düştüm. Amacım bu misinadan bolca alıp kösteklik misina ihtiyacımı unutmaktı. Köstekleri satın aldığım dükkanı aradım, bu köstekleri hangi marka misinadan yaptıklarını sordum. Bir dakka abi bi soriym filan derken içeriden bir cevap geldi. Bu markanın ithalatçısını buldum. Misinadan aldım, ama denediğim ürünün bununla alakası yoktu. Nedenini araştırdıkça misinalar hakkında değişik şeyler öğrenmeye başladım.

Yaygın bir şekilde kullanılam monofilament misinalar, son kullanıcıya ufak makaralara sarılmış şeklinde geiyordu. Ya da, çile tabir ettikleri büyük yuvarlak sarımlar halinde toptan satılıyorlardı. Bizim aldığımız ufak makaralar, bu çile halinde toptan satılan misinaların, ufak makaralar sarılmış ve üzerlerine bir etiket yapıştırılmış jali idi. En önemli şey, çilelerden bu ufak makaralara, makinalarla hızla sarılan misinalar, bu sarım esnasında ısınarak ve eskiyerek dayanıklılıklarını önemli derecede yitirebiliyordu. Yine keza uzun süre sıcakta ve gün ışığında kalmış olan misinalar da hızla eskiyor ve en iyi marka misina bile, en zayıf misina haline dönüşebiliyordu. Bu yüzden aynı marka ve incelikteki misinalar bile farklılık gösterebiliyorlardı.

Artık bu araştırma işi iyice abarttığımı düşünen, bu konuda durmadan fikir danıştığım önemli bir usta(1) artık sorularımdan sıkılarak mı bilmiyorum,"- Arkadaş, sana misinalar hakkında en önemli bilgiyi vereyim! İyi misina yoktur!" deyip kestirip atıverince, artık bir yerde durmak gerektiğini anladım.

Üstad, aslında çok haklı idi. İnce fakat sağlam misinalar sert ve çabuk şekil alıyorlar ve bir süre sonra karman çorman olup balığın dikkatini çekerek avlanamaz oluyorlardı, bunun aksine yumuşak ve az hafızalı denen kolay şekle girmeyen yumuşak misinalar ise nispeten daha az çekerli oluyorlar, ancak daha uzun süre kullanılabiliyorlardı. Zamanla ikincileri daha fazla tercih etmeye başladım.

Sonuçta yine, ilk kullanmış olduğum, ürün sirkülasyonu en fazla olan, güvenilir ve tanıdığım bir dükkanın hazır sattığı ve piyasada herkesce bilinen, deneyip memnun kaldığım hazır boyanmış kösteklerde karar kıldım.

Balığın yoğunluğuna göre incelik ve uzunluklarını ayarlamaya başladım. Kalınlaşıp kısaldıkça kösteklerin dolaşma ve eskime ihtimalinin azaldığını ve çaparinin daha uzun ömürlü olduğunu, balığın yoğun olduğu durumlarda, bu tür çapariler kullanılması gerektiğini, tam tersine balığın hassas ve seyrek olduğu durumlarda ise, daha avcı olan, ince ve uzun köstek kullanılması gerektiğini fark ettim.

Ana bedende ise, sağlam, sert, minimum incelik ve maksimum düğüm sağlamlığı olan bir misina markasının şartlara göre optimum, yani mümkün olan en ince kalınlıklarını kullanmaya başladım. Şunu da belirmeden geçemeyeceğim. Çapari avında en önemli faktörün bu olduğunu, yani ana bedende kullanılan misinanın kalınlığı olduğunu düşünmekteyim.

İğne ve renk seçiminin bu faktörler kadar avın sonucunu belirlemediğini gördüm. Ancak iğnelerin ince, keskin ve sağlam, en önemlisi çapakları sivri ve belirgin olmaları, yakalanmış olan balıkların yolda gelirken, ya da çoğunlukla karaya alınırken dökülmemeleri açısından önem kazanmakta idi.

Başta en önemli faktör sandığım renk seçeneğinin ise, kırmızı, mor gibi çok eksra şartlarda iş yapan renkeleri kullanmadıkça, o kadar önemli olmadığını düşünüyorum. Temel olarak beyaz, yeşil, sarı, bazen de turuncu iş yapmakta.

"- Hayatta kesinlikle çapari yapamam!" diyerek yola çıktığım bu çapari macerasında, bu kadar ince detaylara ulaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Ama bu yolculuk, çapari avcılığında kontrolü elime geçirmemi, amatör balıkçılık sevdama daha sıkı sarılmamı ve yaptığım işin her saniyesinden zevk almamı sağladı. Değişen şartlara göre, ince detayları dikkate alarak farklılık yaratabilmek, her amatörün arzu ettiği ve gururlanacağı bir şey olsa gerek.

Cüneyt Alpay (alıntıdır)








 
  Bugün 1 ziyaretçi (1 klik) kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol